Kim ki sıklıkla ne oluğunu iddia ediyorsa,
orada bakılması gereken bir mesele vardır.
Francisco Goya – A Pilgrimage to San Isidro (1823)
Sürekli, “göründüğüm gibi net biriyim” diyen birisinin aslında pekte öyle olmadığına az rastlamamışızdır. Ya da çok dürüst olduğunu her fırsatta dile getiren birinin aslında çokça yalan söylediğine…
Olduğu gibi değil de kendini farklı bir şekilde topluma sunma ihtiyacı nereden kaynaklanır?
Bu, kişinin bilinçli ya da bilinçsizce kendi “kusurunu” örtme çabasından mı gelmektedir?
Kimse, hoş görülmeyen sıfatlarla anılmak istemez ve bundan kaçınır. Ancak yaşamın içerisinde bunları kaçınılmaz olarak yaparız. Örneğin; yalan bazen nezaket içinde söylenebilir. Özetle, aşırıya kaçmadığı takdirde (sürekli yalan söyleyen biri gibi sürekli doğruyu söylemekte işlevsel değildir) olağan kabul edilecek yanlarımızı neden yadsırız? Ya da daha da önemlisi yadsıyabilir miyiz?
Bu sorular okuyucunun cevaplaması için bekleye dursun, bu bakış açısı, hayatı algılayış ve görüş biçimimizi de daraltır. Kişi, kendi göremediği ya da görmek istemediği yanlarını ötekinde de kabul etmez. Kendinde kör olduğuna, dışarıda da kördür. Bu yüzdendir ki yaşadığı içsel rahatsızlığı, ötekini ayıplamayı tercih ederek yatıştırır.
Çünkü en çok anlamadığımızı yargılarız. En başta da kendimizi.
‘Ben’in, ötekiyle (kendine yabancı olanla) arasında gerçekleşen bu karşılaşma, onu kendinde olmadığını iddia ettiği yanına bakmaya davet eden bir çağrıdır. Ancak, nihayetinde bu davet, kimilerini öyle tehdit eder ki iş, ötekine şiddetle saldırmaya kadar varır.
O yüzden, mikro düzeyden (kişinin kendiyle ilişkisi, çevresi ile ilişkisi) makro düzeye (sosyolojik olgular) günümüzdeki bütün kutuplaşmalar, ön yargılar, ötekileştirmelerin altında yatan dinamiklerin, dinamizmini buradan aldığını düşünüyorum. Bundandır ki birey önce kendini tanımalı ve dinlemelidir ki ardından ötekilerin sesine de kulak verebilsin. Aksi halde işittiği sadece kendi yankıları olacaktır.
Saygılarımla.
Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen