Her doğum sancılıdır, büyümekte öyle…
İnsanoğlu diğer canlılara kıyasla bakıma daha uzun süre muhtaçtır. Hayatta kalabilmek için “öteki” nin varlığına ihtiyaç duyar. Bakım verenin onu; beslemesi, koruması, ihtiyaçlarını gidermesi gerekir. O’nu görmek, işitmek ve dokunmak ister. Bebek, bakım verenin; sesi, bakışları, yüz/mimikleriyle aynalanır. Benliği “öteki”nin yansımalarıyla şekillenir.
Acıktığında emzirilen, huzursuzlandığında nesneyi bulabilen, samimiyet ve içtenlikle ilgilenilen, özetle; nesne her istediğinde orada olmasa bile (ki bebeğin her ihtiyacına anında karşılık vermemekte gelişimi açısından besleyicidir.) , nesnenin orada olduğunu bilen bir bebek kuvvetle muhtemel gelecekte güvenli ilişkiler kurabilecek, özgüvenli ve mutlu bir birey olacaktır. Tabii ki gelişim aşamalarını bu kadar basite indirgeyip izah etmek yetersiz ancak bahsetmek istediklerimin özü başka…
Bugünün yetişkini, dünün çocuğunun ilk nesne (insan) ilişkilerinin temelleri kabaca bu şekilde oluşmaya başlar. Aşırı endişeli, çökkün, ilgisiz, reddeden bir ebeveyn tutumu, çocuğun gelişim aşamalarına nasıl zarar vericiyse; çocuğun etrafında sürekli pervane, ona alan tanımayan, işgalci bir ebeveyn de çocuğun gelişimi için o denli zarar verici olacaktır. Mükemmel ebeveynlik yoktur. Hatalar elbet kaçınılmazdır. Olmalıdırlar da. Önemli olan Winnicot’ un da dediği gibi: “yeterince iyi anne (bakım veren)” olmaktan geçiyor.
Her ağladığında beslenmiş, her istediği yapılmış, her ihtiyacı anında giderilmiş bir çocuk hayal edelim. Kulağa ne kadar da güzel geliyor, değil mi? Ama madalyonun diğer yüzünde; olumsuzluğa/huzursuzluğa tahammül kapasitesi az, sorunlarla sağlıklı bir şekilde başa çıkamayan, bireyselleşmesinin gelişimine ket vurulmuş, sınırlarını test ve tahlil etme becerisini geliştirmesine fırsat sunulmamış bir yetişkin büyümekte. Ya da büyüyememekte…
Diğer yandan; sevilmeyen ya da sevildiğini düşünmeyen (algılanan gerçeklikte önemlidir.), ihtiyaçları göz ardı edilen, bakım veren tarafından kapsanmayan yani, sorunlarına/krizlerine muhatap bulamayıp, bu sorunları sağlıklı bir şekilde geri dönüştürüp, çözüm bulamayan çocuklar da gelecekte muhtemel ki en hafifiyle değersizlik duyguları, öz yeterlilik ve öz güven düşüklüğü gibi problemler yaşayacaklardır.
Aslında her iki tablonun da ortak bir noktası var. Bilmem sizlerde fark ettiniz mi?
Büyümesi, fiziksel olarak değil (burada bahsettiğimizde bu değildir zaten) ancak psikolojik olarak engellenmiş, “ötekinden” sağlıklı bir şekilde ayrışamamış, kendi benliğini, gerçeklik algısını, sınırlarını kavrayamamış özetle:
“YETERİNCE BÜYÜYEMEMİŞ YETİŞKİNLER”
Ancak söylediklerim bir umutsuzluğa da mahal vermemeli, böyle gelmiş böyle de gider diye anlaşılmamalıdır. Değişim ve dönüşüm hiç bitmeyen bir süreçtir. Biz farkında olmasak dahi devam eder.
İleri ki yaşlarımızda üstü örtülen sorunlar bize farklı şekillerde mesajlar gönderip, muhatap bulmak ister. Örneğin; şiddetli bir migren ağrısı, dermatolojik sorunlar (döküntü, egzema), bedensel ağrılar, anksiyete, takıntılar, depresyon vb. daha nice şekillerde bize, çocuk benliğimiz adeta feryat eder ve der ki: “ O zaman tüm bunlarla baş edebilecek gücün yoktu ama şimdi ve burada Beni Gör, Beni Duy! Beni Hisset! Bedeninde olan bitenlere kulak ver. Beni yok sayma!” İşte bunun farkındalığıyla, değişmeyen tek şeyin er ya da geç değişimin kendisi olduğu görülecektir diye umut ediyorum.
Saygılarımla.
Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen