Var- saydıkları,
Teker teker eksildiler.
Sonunda,
Gerçek, yalandan hep üstün geldi.
Matrix serisinin ilk filminde, Neo karakteri içinde bulunduğu gerçekliği kabul etmekte güçlük çeker. İçinde yaşadığı dünyanın koca bir yalandan ibaret olduğunu öğrenmiştir. Bocalar. İnkarla, kabul arasında bir kayma yaşar. O esnada, Morpheus Neo’ yu kolundan yakalar –adeta bir kanca gibi onu tutar- ve “Kolay olacağını söylemedim sadece gerçek olacağını söyledim” der.
Sevdiğimiz insanların varlığı, hayatla olan ilişkimizde destek, güç, dayanak, birliktelik, sevgi, güven gibi bağlar oluşturmamıza katkı sağlarlar. Ancak ilişkiler statik değildir. Zaman içerisinde, ilişki kurduklarımızla ilişkilerimiz değişir. Başkalaşıp, olgunlaştıkça; yüceltilen, sarsılmaz sanılan bağlar bundan nasibini alır.
İlk ayrılık doğumla başlar. Çocuk cennetini yitirir. İdeal konfor alanından koparılır. İlk yıllarını bağımlı şekilde sürdürür. Sonra, ayağa kalkar. Devingenlik kazanır. Dünyayı keşfe dalar. Ona aşık olur. Fizyolojik gelişiminde ki hız ve kazanımlar, bağımsızlığını destekler. Zamanla anne ile arasında ki sembiyotik bağ kopar. Tüm güçlülük kırılır. Sanrısal olandan gerçeğe doğru yürünür.
Sonunda, ikili birlikten, bir birey doğar. (Psikolojik doğum)
Yetişkin yaşamdaki ilişkiler ise daha karmaşıktır. Yaşamın başlangıcında ki temel ihtiyaçlarımız korunsa da bunlar çeşitlenip, başkalaşır. Çocukluğun yalınlığı ortadan kalkar. Gerçeği, yalandan ayırt etmek zorlaşır.
Gerçeğe, kendimize has şekiller veririz. Psikolojik dayanıklılığımız gerçeği kabul etme ve baş etme tarzlarımıza da şekil verdirir. Eğer dayanıklılık eşiğimiz düşükse, “işlevsel” olmaktan uzak savunmalara sarılırız.
Ancak, er ya da geç gerçekle yüzleşilir. Kendimizi kandırmayı seçmeyi bir noktada bırakmamız gerecektir. Bu bağlamda, Öteki’nin, olduğunu sandığımız kişi olmadığını görmek zaman alabilir. Hatalarımızla yüzleşmek can acıtabilir. Suçluluk, pişmanlık, hayal kırıklığı… Ancak, gerçeği inkar edip, “mış” gibiliği sürdürmenin bedeli ağırdır. Riyakarlık… İşte bu, ruhsal bütünlüğümüzü derinden zedeler, kendimizle olan ilişkimize zarar verir. Geriye; destek almak, paylaşmak, birliktelik, güç, sevgi bağı gibi ihtiyaçlarımızı karşıladığımızı sandığımız “mış” gibi sahte ilişkiler kalır.
Sonunda herkes kendi yanındadır.
Birey, ancak, yalnızlığını kucaklayıp kabul edebilirse, ötekine gerçek bir yer açabilir. Bırakabilirse, tutunabilir. Korkularının esiriyse, gerçeği olduğu gibi değil, çarpık/bozuk görür. Yüzleşmesine engel olur.
Ötekini, koyduğumuz yere ait olmasa da, oraya ait-miş-çesine zorlamamız bundandır.
Geçmiş yaşantıların, deneyimlerin üzerimizde bıraktığı etkileri keşfetmek, tanımak, kapsayıp yeniden anlamlandırmak bu yüzden kıymetlidir. Terk edilme ve kaybetme korkusu ile erkenden, çiğ ve savunmasız bir biçimde rastlaşmış olabiliriz. Yolların erken ve beklenmedik kesişimi, bunlarla başa çıkmak için henüz yeterli güce ve donanıma sahip olmayan küçüğü derinden yaralar. Gerçek; inkar edilir, parçalara ayrılıp, bölünür.
Hal böyle olunca, kişi kendine ikamelerini arar. Karşılanmamış olanı telafi etmek için -farkında olmadan- yerine birini alır, ötekini koyar. Döngüler sarar yaşamını… Sıkışır.
Kaybıyla (gerçekle) yüzleş/e/meyen kişi zincirini kıramaz. Geçmişinin esiri olur. Şimdi ve burada var olmakta güçlük çeker. Bunu şöyle söyler:
- -Buradayım ama aslında değilim./ – Kendimi buraya ait hissetmiyorum./ – Var mıyım; yok muyum? Karışıyor. / – Çevremdekiler bana yabancı geliyor./ – Hiç bir şey hissedemiyorum./ – Hep aynı şeyler başıma geliyor. Neden?/ – Hayattan keyif alamıyorum.
Bilinmezlik, korku, sürüklenme…
İnsanın öncelikli yatırımı, kendinedir. Daha sonra, çevre ile ilişkiler inşa edilir. Ancak kendilik sağlam bir zemine oturtulmamışsa, önce bunun üzerine eğilmek gerekir.
Belki de bu yüzden ‘Ben olmadan, Biz olunmaz’.
Kayıp, gerçek ve kabulü anlatan şu sözlerle, son vermek istiyorum.
“Milton’ın Kayıp Cennet’inde (Steiner, 2013 ), Adem ve Havva’nın kaderini Lucifer’inkiyle karşılaştırabiliriz. Her ikisi de ideal durumlarından kovulmuşlardır. Ancak Adem ve Havva Cennet’ten kovulmalarını acı içinde kabul ederken, Lucifer Tanrı’ya karşı sürekli muhalefette meydan okur.
Segal (2007 ) Adem ve Havva’ya verilen korkunç cezanın, Cennet’in sanrısal konforları olmadan, gerçek dünyada yaşamaktan başka bir şey olmadığını belirtir. Doğum sancısına katlanmaya ve günlük ekmekleri için çalışmaya ve en önemlisi de nihai ölümlerinin gerçekliğini kabul etmeye zorlandılar. Acılarına, suçluluklarına ve utançlarına rağmen kaderlerini kabul ettiler ve şiirinin dokunaklı son kıtasında Milton, onların Eden’den üzüntü içinde ama yok olmaktan uzak bir şekilde ayrıldıklarını anlatır. Buna karşılık, Lucifer’in Cennet’ten kovulması onun kabul edemeyeceği kadar büyük bir aşağılanmaydı ve kızgınlık beslemeye ve intikam planlamaya devam ederken Tanrı’ya karşı kızgın bir muhalefet içinde kaldı.” [1]
Hoşça kalın.
Klinik Psikolog Batuhan Bilen
[1] The trauma and disillusionment of Oedipus, John Steiner, sayfa 555-568 | Published online: 27 Apr 2018