Yalnızlık bir seçimdir. Peki, hem kalabalıklar arayıp, hem Öteki’ ne yer vermeyenlerimiz… Ya da verir gibi gözükenlerimiz… “Burası tek kişilik”, bireyin seçimsiz yalnızlığının ardındaki kendi ile ilişkisine ve Öteki ile olan ilişkisizliğine odaklanıyor.
Öteki’ ne yaslanmak, tutunmak, dayanmak insanın en temel duygusal ihtiyaçları arasındadır. Ben’ in varlığına şahitlik eden bir Öteki’ nin varlığı… Bu, insanın aynalanma ihtiyacından ötürü gelir. Sosyal ve iletişen bir varlık olan bizler, bir Öteki’ nin varlığına, birbirimize bu yüzden ihtiyaç duyarız.
Peki, işler nerede dolanıp karışır? Ne kadar yakın, ne kadar uzak olunmalıdır? Ne kadar ben, ne kadar Öteki’ ne ait olunmalı?
Gelişimin erken aşamalarında, küçük için Öteki yoktur. Her şey, O ve O’nun uzantısı gibi algılanır. Öte yandan, nesneleri de bir bütün olarak değil parçalar halinde algılar. Her şey “yeterince” yolunda giderse, zamanla sınırlar şekillenir ve küçük “O ve O olmayan” ın ayırdına varmaya başlar. Karşısındakini de bir bütün olarak görür. Bu aşamaya gelindiğinde, yatırım yavaş yavaş nesnelere yani diğer insanlara yapılamaya başlanır. O zamana değin ben merkezci bir eğilim içinde olan küçük, şimdi Ötekini “iyisi ve kötüsüyle” bir bütün olarak değerlendirme başlamıştır. Bu ayrılma süreci elbet sancılı ve ağır işler. İşler yolunda giderse, günün sonunda birey, ben ve ben olmayanı ayırt etmeyi, iyi ve kötünün devingenliğinin harmonisini, çifte değerliğe tahammülü, dış dünyanın gerçekliğine uyum sağlamayı kazanımlayacaktır.
Peki işler ya ters giderse?
Gelişim sürecince aksilikler kaçınılmazdır. Hatta kişinin baş etme stratejileri, uyum sağlama kapasitesini sınaması için kıymetli birer ders niteliğindedir. Ancak, ya Ötekine yer açamayacak kadar ilk basamaklarda takılırsak? Bunun sebepleri nerelerde saklı olabilir?
Hiç anlaşılmadığını, bakım verenin varlığını hissedemeyen, O’na yeterince yaslanamayan küçük, büyürken kendine yaslanmayı, varlığını hissedebilmek istercesine, bu gücü ve kaynağı kendinde aramaya başlar. Hazzı ve doyumu kendi bedeninin sınırları içinde adeta saklı tutar. Başka bir seçeneği de yoktur. Ağladığında, üzüldüğünde, kalbi kırıldığında, değersiz ve güçsüz hissettiğinde orada sadece kendini bulabilen küçük yine kendine sarılmayı öğrenir. Baş etmek için tek çaresi de budur.
Ancak yetişkin yaşama gelindiğinde, bu başa çıkma yöntemleri işlevselliğini yitirir. İlişkinin olduğu her alanda, kişinin başına dert açar. Çünkü, eskiden işleme koyduğu denklemin kuralları artık değişmiştir. Ancak, bunu devam ettirmedeki bilinçsiz isteklilik, ilişki içerisinde oldukları kişileri nesneleştirmekten başka bir işe yaramayacaktır. Onlar ya O’nun için ya da O’na rağmen var olan, birer objeye dönüşürler. Küçük adam bilinçsizce, Öteki’ ni dinlenip yaslanacak bir durak ya da kendini aynalayacak bir projektör olarak kullanır. Hepsi, çölün ortasında kalmış olanın susuzluğunu gidermek için gördüğü bir vaha serabından ibarettir. Ancak, içindeki boşluğu ve anlamsızlığı doldurmak için Ötekilere ihtiyacı da vardır. Ne O’nunla ne de O’nsuz duramaz. Bundan kaçamaz. Var’oluşu adeta karşısındakinden gelen onaya bağlıdır. Bu zıtlıklar barındıran ilişkinin temelinde kişi aslında;
- Kendini veya
- Bir zamanlar olduğu Kendini ya da
- Bir başkasında gördüğü Kendini arar (bknz. Ötekini Göremeyen Ben)
Bana sorarsanız, kendisine bir yer arar. Ama bulduğu yerden bir türlü tatmin olup konumlanamaz. Kaybettiği cenneti bulacak olmanın arzusuyla, sanarak koşmaya devam eder.
Peki, nasıl büyür bu küçük adam?
Elbette, sevgiyle. Eskide karşılanmayan ihtiyaçlarını şimdi de arayan değil ancak orada yitirdiğinin de ne olduğunu bilen ve bunu kabul eden, şimdi ise kayıp parçaların peşinde değil bütününün akışında var’olmayı seçen biri. Kendini, sınırlarını, zedelenebilir yanlarını tanıyan biri. Çaresiz, güçsüz, değersiz hissetmenin insana ait olduğunu kavrayan ve özümseyen biri. Kabuğunun ardındanki küçüğü kucaklayabilen biri.
Başka bir gerçeklik her zaman mümkün.
Saygılarımla.
Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen