Zaman, benimleyken işlemez. Durur!
Geçmiş, şimdi ya da gelecek, fark etmez.
İzleri ne zamana ait olursa olsun; O (ben) bilmese de, Ben (beden) yaşar, ben hissederim.
Yazıma bedeni sözelleştirerek başlamak istedim çünkü beden cephesinde olan gerçekten de budur. Beden yaşamın izlerini biriktirir ve taşır. Ancak, onun için zaman mefhumu yoktur. Seneler önce yaşanmış bir travma, acı, kayıp sanki dün gibi, hatta şimdi yine o andaymış gibi, yakından hissedilir. Zaman adeta donar. Bu, şimdi içinde bulunduğumuz ya da geleceğe dair tasavvur ettiğimiz bir ana da ait olsa, sonuç değişmeyecektir. Beden yine kendini ele verir. Kızarır, titrer, kasılır, terler, donar, kaçar…
Özetle beden; acıyı, hüznü, kederi, kaybı, endişeyi ilk ve doğrudan yaşayandır. Aslında bu günlük dile de yansımıştır. Acıyı göğüslemek, sırtlanmak, içine atmak, yutmak… Ancak bastırılan ve inkar edilip bedene hapsedilen acı (travma) er ya da geç kendine bir çatlak bulur ve sızar. Bize: “Beni görmek istemesen de, ben buradayım.” der. Bu yakarış dermatolojik (egzema, ürtiker, uçuk vb.) ya da bedenin genel ya da belirli bir bölgesinde ki kas ağrıları, örneğin; fibromiyalji, skolyoz, migren atağı olabileceği gibi, kansere kadar giden bir yıkımı içeren şekilde de kendini gösterebilir.
Beden, çekilen acının dili olur.
Peki ne yapılabilir? Acı, söz yoluyla bilince çağırılabilir. Ona bedenin neresinde hissediliyorsa; bir form (yuvarlak, köşeli vs.), doku (sert, yumuşak, kaygan), ses, ısı (sıcak, soğuk) verildiği hayal edilebilir ve sanki onunla konuşuyormuşçasına, onunla temas edilebilir. Tabii burada durumun şiddetine göre profesyonel bir yardımın gerekliliğine de değinmeden geçemeyeceğim. Bu, ağır travmatik durumlarda sanıldığı kadar kolay bir süreç değildir. Ancak vurgulamak istediğim temel nokta şudur: Bastırılan elbet geri döner. Bunun yükünü de en ağır biçimiyle bedenimiz çeker. Bu yüzden sözelleştirmek, dile dökmek, üzerinde çalışmak, ona bir şekilde temas etmek kıymetlidir.
Travma mağdurlarının çoğu duygularına, kendine yabancılaşır. Adeta hissizleşirler. Çünkü, çoğu zaman olayın şokuyla birlikte paralize olmuş, donup kalmışlardır. Travmanın ağırlıyla orantılı olarak ilkel savunmalarına geriler ve yaşanılanı “inkar” ederler. Duygular; öfke, hayal kırıklığı, hüzün bilinçdışının en derin dehlizlerine adeta hapsedilir. Tabii bu ödenen ağır bir bedeldir. Kişi sadece bir kısmını hapsetmekle kalmaz, orada da (hem zamansal, hem mekânsal) yaşar. “Şimdi ve burada” var olamaz. İlişkilerine, seçimlerine, tepkilerine travmasının gölgesi düşer.
İster geçmişe, ister bugüne ait olsun bedenin dilini kavramak ve bize neler söylediğinin ipuçlarını deşifre etmek kıymetli bir kazanımdır. Sevgili hocam Hanna Nita Scherler’in bir sözü aklıma geldi: “Bedenimiz bize ait değil. Biz bedenimize aitiz.”
Onun kıymetini bildiğiniz günlere…
Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen