Herkes az ya da çok kendinde bir şeylerin eksikliğinden ya da fazlalığından (bir nevi eksiklik) yakınır. İçinde yaşadığımız zamanın da bireylerin kendini eksik ve bir şeylere hep arkadan bakıyormuş hissiyatını körüklediği aşikardır. Peşinde, koşulup yapılması, yetişilmesi, olunması gereken hep “bir şey/ler” var gibidir. Durmak, yok olmakla neredeyse eş değer tutulur.
Öte yandan, bir yere saplanıp kalmakta, kişinin ilerlemesini ve gelişimini aksatan bir sürece evrilebilir. Bireyin, yaratıcılığını baltalar. Zamanla iç dünyası fakirleşip, çölleşir. Bu yönüyle bakıldığında, gelişimsel olarak nasıl ki demir atıp çakılmak bir kutbu temsil ediyorsa; bir yere ait olamamak ve kök salamamakta diğer bir kutbu sembolize eder.
Arzulanan “şeyler” ise değişkenlik gösterir. Kimi için başarı, kimi için maddi kazanım, kimi için sevilmek, değer görmek, saygı duyulmak gibi öznel seçimler barındırır.
Eksikliğini duyduğumuz, ne ve nerede ise onun izinden gideriz.
Doyuma ulaşmamış ve karşılanmamış ihtiyaçlarımızın “şimdi ve burada” ki temsilcileriyle farklı senaryolar içerisinde karşı karşıya gelip dururuz. Bu haliyle aradığımız “değişim/dönüşüm”, döngüsel bir tekrardan öteye geçmez.
Öte yandan, tam olma, meselelerin tümden hallolma halinin de ölümle eş değer olduğunu düşünüyorum. Yaşam sürdükçe eksik taraflarımız ve bunların dönüşüm süreçleri olacaktır/olmalıdır. Burada sözünü etmek istediğim; bilinçdışı çatışmaların güdümünde olanın ekonomik açıdan (enerji) organizmayı tüketmesi meselesidir. Farkında olmaksızın, bugüne taşınmış ve sürmekte olan döngülerden… Kendi potansiyelini ortaya koymak isteyen ancak çıkmaza giren kendiliğin çaresizliğinden… Bunun yarattığı anlamsızlık ve boşluk duygusundan… Hiç bir şeyin bir türlü yeterli gelmemesinden… Eksik olana erişme arzusuyla “yeni”nin peşinde koşarken bir yere ait olamamak ve kök salamamaktan…
Bir vaka üzerinden genelleme yapıyor olmak her ne kadar sınırlayıcı ve indirgemeci olsa da aktarmak istediklerimin daha anlaşılabilir olabilmesi adına şu örneği ele alalım. Saygı görmeye karşı çevresinde olup bitenlere aşırı duyarlı birini düşünelim. Kişilerarası ilişkilerinin temel dayanağını da bu beklentiler çerçevesinde şekillendiriyor olsun. Dolayısıyla, bunun karşılanmadığı durum ve ortamlar içerisinde de kendisini emniyette hissetmiyor olma ihtimali kuvvetlidir. Kendini güvende hissetmeme ve tehditkar algılanan dış çevre, onu sürekli tetikte olmaya ve olası “saygısızlık” ipuçlarını yakalamaya karşı uyanık olmaya zorlayacaktır. Bedelini de bir türlü rahat olamamakla, derin ve kendiliğindenliğin hakim olmadığı ilişkilerle öder. Görüleceği gibi eksikliğini duyduğu ve tatmin olmayı arzuladığı nokta bir raddede hayatını yöneten/yönlendiren bir şeye tahavvül ediyor.
Burada esas dikkatini çekmek istediğim nokta, kişinin içinde bulunduğu vaziyet karşısında ki edilgenliği ve bunun bilincinde olmama halidir. Bu birey, küçükken bakım verenleri tarafından görülmemiş, ne düşündüğü önemsenmemiş, aşırı baskı altında kalmış, kendi kararlarını veremediği/vermesinin engellendiği bir ortamda yetişmiş olabilir. Ya da tüm güçlülüğü hiç kırılmamış, bebeksi fantezilerinin içerisinde saplanmış, herkesin ona hizmet ettiği, onu beslemek ve doyurmakla yükümlü olduğu narsisistik bir sanrıyı sürdürüyor olabilir. Her halükarda en temel olarak, sınırlarına ve sınırlılıklarına gereken saygıyı görmemiş olduğunu söyleyebiliriz. Burada, kişinin kendiliğinin kimi taraflarına yabancı kaldığını ve onları tanıma fırsatına nail olamadığını görürüz. Onlara nasıl temas edeceğini de bir türlü bilemez. Bu yüzden kendini (burada saygınlığını), farklı ve yeni sandığı; kişi, mekan ve zamanlar içerisinde test eder. Elde ettikleri ise hiç bir zaman yeterli ve doyurucu gelmez.
Çünkü baktığı yer, yüzeyde olanı yansıtmaktadır. Bu yüzden kendi aksini görmekten öteye erişemez.
Hepimizin eksik kalan tarafları vardır.
Amaç o yanları tanıyıp, kendi için işlevsel olana dönüştürebilmektir. Eksikliklerimiz bize bir amaç verir. Zenginliğimizin temelidir. Bizi biz yapan ve var olma mücadelemizde bize peşinden gideceğimiz, yeni ve bizim için daha iyisini yaratacağımız bir amaç, umut vaat eder. Tabii değişimler, seçimler yaratır. Burada, birey ya kendini yaratma cesaretini gösterecek ve hayatında etkin bir rol üstlenecek ya da edilgen bir sürüklenişe kendini bırakacaktır. Bu sebeple, bu güdünün peşinden giderken, kendimizi tanımanın (eksikliklerimizi, onlarında bize ait olduğu gerçeğini, hayatın kutuplar barındırdığını ve belki de en önemlisi insan olduğumuz gerçeğini) aldığımız yolda ilerlerken yönümüzü bulmamıza yardımcı olacağını düşünüyorum.
Saygılarımla.
Uzm. Klinik Psikolog Batuhan Bilen